SİNEMA VE TEKNOLOJİ

 “Fütürizm optimist bir dünya görüşüne sahiptir” der İsmail Tunalı (Tunalı, 2011:207). Çünkü her şey değişim hâlindeyken ve hızlı döngü içinde gelişmekteyken, teknoloji ile insan, toplum ve toplumun kullandığı bütün araçlar da kendilerini sürekli bir yenilenme döngüsünün içinde bulurlar. Değişim ve sürekliliğin içerisinde, teknolojinin etkisini yaşam alanlarına kadar götüren insanların oluşturduğu toplumlarda fütürist etkilerin her alanda görülmesi, sürecin kendini ifade etmesi olarak yorumlanabilir. Bu anlamda, 1900’lü yıllarda başlayan sanat akımı, kendisini hız ve hareketlilikten alan iki kelime(hız ve hareket) ile özdeşleştirir ve bu alanda etkisini gösterir.

Bireylerin kendilerini ifade etme biçimi sürekli değişim göstermektedir. İlk dönemlerde bu, söz ile yapılırken sonrasında çizim ve yazıya dökülmesi, sürecin göstergesi olarak kendini hissettirirken 20.Yüzyıla gelindiğinde internetin gelişimi ile ifade etme biçimi de kendini yenilemiş oldu.

Tadayoni ve Skouby “Karasal dijital yayın: yakınsama ve düzenleyici etkileri” (Terrestrial digital broadcasting: convergence and its regulatory implications) başlıklı makalelerinde, iletişimi ; telekomünikasyon, yayıncılık ve enformasyon teknolojileri başlıklı üç sektöre ayırır. Buna ek olarak, iletişim sektörünün sadece farklı teknoloji tekniklerine dayanmadığını bu yapının içinde siyasi düzenlemelerdeki müdahaleler, ekonomik hususlar ve teknolojik özelliklerin etkili olduğunu söylerler (Tadayoni, Skouby, 1999: 175—199). Bilgisayarla başlayan ve dijital kodlamalarla (0 ve 1’ler) gelişen sistemin günümüzde internet sayesinde kullanıcılara sosyal medyada yenilikler sunması (reklam, tanıtım, dizi, film, blog gibi.) çağın kendini ifade etmesinde büyük etkisi olduğunu göstermektedir.

Artık her şeyin mini telefon ekranlarında gerçekleşiyor olması, bilgi ve görüntüye her an ulaşılabilmesiyle artık telefonların, bilgisayarların da ötesinde bir izleme aracı olduğu söylenebilir. Bu noktada sinemanın sadece salonlarda değil telefonlarda da izlenebilir olduğu gerçeği, sinemanın ve teknolojinin iç içe geçtiği bir zaman diliminde olduğumuzu kanıtlar niteliktedir.


SİNEMA ve FÜTÜRİZM
“Biz genç ve güçlü “ ‘fütüristleriz’ ”  der “başarılı sembolist şair”  Filippo Tommaso Marinett’i. “Fütüristlere göre geçmişten değil, gelecekten fikir alınmalıdır. Bunun için endüstri ürünleri, hız ve cesaret gerekli malzemeler olarak görülüyordu. Doğal olan değil, günümüz diliyle geçmişe ve kurallara bağlı olmayan dil ve anlatım değerli bir ölçüydü.” (Harrison, Wood, 1999: 127) Fütüristler geleceğin gücüne ve sanayileşen topluma inanıyorlardı. Onlar için yeni ve kuralları olmayan değerler üzerinden sinema yapılmalıydı, tıpkı şiirde yaptıkları gibi. Umberto Boccioni “Fütürist Manifesto”yu ifade ederken şu cümleleri kullanır: “Bir insanı resmederken onu sadece olduğu gibi çizmemelisiniz, O’nu etrafındaki her şeyle bir bütün olarak resmetmelisiniz.” (Harrison, Wood, 1999: 126). Kendi heykel çalışmalarında da sanayileşmeyi hareketi ve hızı kullanarak vermeye çalışmıştır.  “Şişenin Mekanda Gelişimi” ve “Mekanda Sürekliliğin Benzersiz Biçimleri” çalışmaları buna örnektir. İsimlerinden de anlaşılacağı gibi hareketle birlikte değişimi gösteren Boccioni’nin eserleri, kübizmde olduğu gibi bir nesneye her bakışın, farklı olacağını söylemesi gibidir. Bir hareket bir sonraki harekete benzemeyecektir çünkü zaman, bakış ve hareket bir öncekine göre değişecektir. Fütürizm, savaşa yakın duran tarafıyla çok fazla karşıt görüşün eleştirisine maruz kalmış olmasına rağmen, günümüz fantastik sinema dünyasının yaratımının öncü hareketlerinden olduğu söylenebilir.

SİNEMA ve KÜBİZM
Gerald Noxon 1962 yılında yayınlanan “Kübizm ve Sinema (1900-1915)” başlıklı makalesinde şöyle ifade eder: “15 yıllık sürecin içerisinde Einstein fizikte “Rölativiteyi” geliştirdi, Edebiyatta James Joyce “Ulysses’i yazdı, politik olarak Lenin ve Marksist hareketler başladı, yeni elektrikli kitle iletişim araçları yaratıldı, Edison, Lumiere kardeşler, Friese Green, Griffith, Williamson evrensel dil olan “Sinema” yı keşfettiler, Görsel Sanatta Picasso ve Braque “Kübizm” akımını başlattılar. Bütün bu değişimler yeni bulunan buluşlar değillerdi. Var olan bulunanların sütüne eklemek ve yeniden yapılandırmak, var olanlardan yeniyi oluşturmak oluyordu. Picaaso ve Braque resmi ya da heykeli yeniden bulmadılar, resme ve heykele yeni bir anlam kattılar. 1905 ve 1915 yılları arasında Picasso ve Braque Kübizmi geliştirirken aynı sürede Sinemada hikaye anlatımını gerçekçi hale getirmeye çalışıyordu. Kübizminde gerçekçilikten uzak olduğunu söylemek yanlış olur, aynı şekilde Kübizminde ilgilendiği şeydi gerçeklik. Picasso ve Braque özneye yönelmeyi bıraktılar ve kübist çalışmalarında gerçeklikten gelen basit şeyleri kullandılar. Dolayısıyla Porter’ın, Grifftih’in diğer sinemacıların metot bulmalarındaki problemi Picasso ve Braque da kübizmde yaşadılar. İkisinin ortak noktası gerçeği yansıtan görsel bir dil olmalarıydı ancak amaçları birbirlerinden farklıydı.

Aşırı naif olan sinema dilini gerçeklikten alırken, kübizmin ise sofistike dil kullanıyordu. Asıl sorun iki tarafın gerçeklikle ilgili merakı ne kadar farklıydı. Porter ve Griffith öykü tekniğindeki problemleri ekranda gidermeye çalışıyorlardı. Öyle ki bunu, basma kalıp gerçeklikte geniş kitlelere büyük duygusal bir etkiyle yapıyorlardı. Picasso ve Braque da resimlerini sadece kendileri için ya da resimden anlayan kişiler için yapıyorlardı. Ne var ki amaçları birbirinden farklı olan bu adamlar bulundukları dönem ve şartlar itibariyle ortak zorluklar çekmişlerdir.” (Noxon,1962;23-33).

Başka bir bakış açısına sahip olan Uğur Kutay, “Kübist Sinema” başlıklı makalesinde bakmak ve görmekten bahseder. “Dünyaya dair bilgilenme süreci, süreçlerimizin en önemli, ilk ve etkin aşaması, ‘görme’ ile gerçekleşir.(..) İnsan zihni ‘görme’ bağlamında sadece bilgiyle değil, aynı zamanda gerçeklikle de oldukça somut bir bağ kurmuştur. Başta John Lock’un
‘Şimdi yanımda olanın varlığından eminim. Fakat bu odadan çıkıp gittiğinde, artık varlığından emin olamam’ biçiminde özetlenebilecek ampirist epistemoloji olmak üzere pozitivist düşüncede aslında bu ‘görme-bilgi’ ve ‘görme-gerçek’ ilişkisi üzerinde ilerler. ” (Kutay, http://www.kameraarkasi.org/sinema/makaleler/kubistsinema1.html: /09/06/2014). Ancak resim ve sinemanın kübizmle ilişkisi üzerine etkileşimlerinin farklı olduğunu söyler.: “…kamerayı fırça gibi kullanmak ancak metaforlar düzleminde mümkündür, film çekiminde değil… Kadrajı birkaç parçaya bölmekten kırık aynaların yarattığı yansımalara benzer görüntü efektlerine kadar bir çok unsur kullanılabilir perdede, fakat sinema peş peşe akan planlardan kurulu bir anlatım dizgesine sahip olduğu için bu görsel uygulamalar kübist bir yaklaşım sağlamak yerine olsa olsa kübist resme göndermeler bütünü olarak kalacaktır.” (Kutay,http://www.kameraarkasi.org/sinema/makaleler/kubistsinema1.html:/09/06/2014). Kutay kübist sinemayı sadece görüntü olarak değil, anlatım biçimiyle de ele alır.

“Tarkovsky’nin anlattığı bir örnek var: Bir tepenin yamacındaki küçük bir noktayı görmekteyiz. Kamera yaklaştıkça aslında bu noktanın insana benzediğini fark ederiz.  Kamera biraz daha yaklaşır; evet, bu uzanmış yatan, büyük olasılıkla uyuyan bir insandır. Kamera yaklaşmayı sürdürürken bu kişinin aslında uyumadığını, kanlar içinde yattığını görürüz, belki de ölüdür. Bu örnekte kamera bizi bir gerçeğin algısal düzeyde farklı hâlleriyle karşılaştırır; gerçeklik değişmeden kalırken sunum biçimi ‘kübist’ bir tavırla söz konusu gerçekliğin görebileceğimiz diğer durumlarını da sunar. Çünkü kübist sinemanın derdi izleyicisini gerçekliğin algılanma şekillerine dair bir tartışmanın içine çekmektedir aslında. Kurosawa’nın muhteşem filmi “Rasho-mon”un belki de en çarpıcı ilk örneklerinden biri olarak tanımlayabileceği kübist sinemanın bir olay ya da olguyu farklı açılardan görme ve gösterme çabasının dinamiklerinden biri, doğrudan postmodernizmle değil, ama modernizmin eleştirisiyle belirginleşiyor tabii… Oysa gerçeğin farklı yüzleri vardır ve nerden baktığınıza bağlı olarak bu yüzler değişik biçimlerde görünür hâle gelir. Bu bağlamda “Rashomon”la başlayan çizgi, Tom Tykver’i ünlü yapan 1998 tarihli “Koş Lola Koş” isimli filmle devam eder… Baş karakteri Lola’nın yaşadığı olayın sonuçlarının sadece birkaç saniyelik akış farklılıklarıyla nasıl değişebileceğini dair üç ayrı öykü varyasyonu üzerine kurulu olan anlatı, burada tartıştığımız hâlde tam bir kübist sinema örneğidir. Çünkü aslında kübist sinema, bu film üzerinden giderek söylersek, diyalektiğin en görünür hâle gelebileceği sinematografik üretim biçimidir aynı zamanda.”

SİNEMA ve TEKNOLOJİ
Sinema, günümüzde teknolojiyi kendi içinde hızla adapte edebilen ve kullandığı araçlar ile yenilikleri kendi malzemeleriyle (dizi, film, klip, vb) internet sayesinde dünyanın her noktasına taşıyabilen bir sanat akımıdır. Bu nedenle de ortaya çıktığı andan itibaren ilgisini üstüne çekmeyi başarmıştır. İlk dönem sinemanın fotoğraftan etkilendiği, sonrasında kinetoskop gibi araçlarla geliştiği, Lumière kardeşler ile sinematograf ve sonrasında ağır ve hafif olarak üretilen kameralarla, daha ötesinde ise telefonlarla kendini teknoloji ile bütünleştirmeyi başarmış bir sanat olduğu söylenebilir. Sinema, 100 yılı aşkın süredir insanoğlunun en çok ilgilendiği sanat dallarından biri olarak teknoloji ile hep iç içe olmuş, bu anlamda gerçeğe en yakın sanat dallarından biri olarak gösterilmiştir. Yıllar önce fotoğraf ile temelleri atılan sinemanın günümüzde geldiği noktada özellikle teknoloji ile kurduğu bu bağlam sinemayı daha da gerçekçi hale taşımıştır… Sinema tarihinde ‘erkensinema’ dönemi olarak adlandırılan ilk yıllarında, fotoğrafların art arda konulması mantığından yola çıkılarak çeşitli gösterimler yapılmaya başlanmıştır… Edison ve Lumière kardeşlerin sinema mantığının ilk temellerini attığını söyleyebiliriz. Edison’un teknolojik olarak bu gösterimleri yapmasına olanak sağlayan 1891 patentli  ‘Kinetoscope’ icadı ilk sinema aygıtlarından biri olarak literatürde yer almıştır.” (http://technotoday.com.tr/sinema-ve-teknoloji: / 05/02/2015).

“Kinetoscopta “izleyici bir izleme deliğinden bakarken film şeridi hızla bir mercek ile elektrik lambasının arasından geçiriliyordu. Film şeridi, çok kısa aralıklarla çekilmiş bir dizi fotoğraf karesinden oluşuyordu ve şeridin takılı olduğu çıkrığın yardımıyla izleme deliğinin önünden saniyede 46 kare geçiriliyordu. Böylece, insanlar ve cisimler hareket hâlindeymiş gibi görünüyordu. Aslında baktığımızda kinetoscop gerçek anlamda bir sinema sayılmıyordu, zira bu aygıtla bir film aynı anda sadece bir kişi tarafından doğrudan aygıt kutusunun içine bakılarak izlenebiliyordu. 1895 yılında aynı anda daha fazla insanın izleyebileceği projeksiyonlu kameralar üretilmeye başlanmıştı. Lumière kardeşler icat ettikleri ‘Sinematograf’ aleti ile ilk toplu gösterimi yapılan filmi gerçekleştirdiler.” (http://technotoday.com.tr/sinema-ve-teknoloji/2; 05/02/2015).

“Lumière kardeşlerin icadı olan sinematograf, görüntüleri kaydetmeye ve bir ekran üzerinde yansıtmaya yarayan aygıttı. Kineteskop’a oranla çok daha hafif, yalnızca 7 kilo olan ve projeksiyon aletine benzeyen sinematograf ile filmler aralıklı bir şekilde seyirciye aktarılıyordu. Yani aslında bir görüntü sonraki görüntüye geçmeden önce izleyicinin önünde bir süre sabit kalıp daha sonra arkasındaki görüntüye geçiyordu ama Lumière kardeşlerin yaptığı filmler çok kısa olduğu için bu durum seyirciyi çok rahatsız etmiyordu. Lumière kardeşlerin ticari zekasıyla ücretli olarak seyirci ile buluşturulan ‘sinema’ bir anda bütün Avrupa ve Birleşik Devletler’in ilgi alanı hâline gelmişti. Sinematograf, rakibi kinetoskop’u devre dışı bırakarak birçok önemli ve para kazandıran gösterimlere imza attı. ‘Geçiş Sineması’ olarak adlandırılan 1907-1913 tarihleri arasında ‘sinema’ teknolojik olarak kazandığı ivmeyi arkasına alarak büyük bir pazar haline gelmeye başlamıştı. Gösterimlerin artmasıyla yeni ve büyük stüdyolar yapılmaya başlandı. Tabii bu süreçte üretilen kamera sayısı ve çeşitleri oldukça arttı. Pek çok yeni şirket yeni kamera seçenekleri ile pazardan pay kapma yarışına girdi. Bu süreçte ön plana çıkan 1911 yılında üretilen Bell & Howell tarafından üretilen ve bütün malzemeleri metalden olan kamera idi. Tabii henüz ses teknolojisi sinemaya adapte edilemediği için filmler sessiz film olarak gösteriliyordu. Genelde gösterimler sırasında filmlere canlı müzik orkestraları veya piyanistler eşlik ediyordu. 1920’lere doğru özellikle Hollywood Stüdyoları kendi kurdukları sistemlere daha fazla yatırım yapmaya başladı, teknolojik olarak gelişmeler hızlandı. 1923’te Eastman Kodak 16mm filmi duyurarak 35 mm filme alternatif olan daha ucuz bir seçenek sundu. Böylece amatör film yapımcılarının sinemaya olan ilgisi daha da arttı. 1920’li yıllarda sesin sinemaya uyarlanmaya başlanmasıyla sinema, teknolojik anlamda önemli bir mesafe kat etmeye başladı. 1927 yılında ilk sesli film olarak ‘Jazz Şarkıcısı’ adlı film gösterildi. Böylece sinema, teknoloji sayesinde fotoğraf olmaktan uzaklaşarak gerçekliğe bir adım daha yaklaştı.” (http://technotoday.com.tr/sinema-ve-teknoloji/3;05/02/2015).

“Bir Film Nasıl Okunur?” İsimli kitabında James Monaco’da farklı bir bakış görüşle, görüntü teknolojisi için şunları söyler: “19. yüzyılın ilk yarısında fotoğrafın icadı teknoloji öncesi çağla günümüz arasında önemli bir ayrım çizgisi oluşturmuştur. Temelde insanoğlunun doğayı sanatsal yolla taklit etme dürtüleri o dönemde de bu dönemde de aynı olmakla birlikte 20. yüzyılda tekniğin olanaklarıyla seslerin ve görüntülerin kaydedilebilmesi ve yeniden üretilebilmesi yepyeni, heyecan verici seçenekler sunmuştur. Teknoloji öncesi çağda insanoğlu bir bakıma kendi fiziksel yetenekleriyle sınırlıydı. Örneğin bir müzisyen kendi müziğini kendi çalarak ya da söyleyerek yaratıyordu. Ressam gerçek görüntüleri yakalayabilmek ve algılayabilmek için tamamen kendi gözüne bağlıydı. Doğrudan sanatlar içinde yer almayan romancılar ve şairler de bir olayı ya da bir karakteri tanımlamada kendi gözlem güçleriyle sınırlıydı, oysa ses ve görüntü teknolojisindeki gelişmeler bize, ses ve görüntüleri kaydedip, doğrudan herhangi bir sanatçının kişilik ya da yeteneğinin zorunlu müdahalesi olmadan bunları gözleyiciye iletebilme olanağı sunuyor. Bu sayede yazılı dilin gelişimine eşit olan yeni bir iletişim kanalı açılmış oldu.” (Monaco, 2000; 72-73).

Sinemanın teknolojiyle olan bu ilişkisi James Monaco’nun da dile getirdiği gibi gerçeği yakalayarak onu kaydedip, daha geniş kitlelere iletebilmenin sonuçlarından biri olarak düşünülebilir. Monaco teknolojiyle sinemanın iç içeliğini şöyle dile getirir: “Başlangıçta göstergeler vardı. Gösterge söylendi ve şarkılaştı. Daha sonra da yazıldı, önce resim, sonra da sözcük olarak. En sonunda gösterge basıldı. Yazıya geçen marifetli kodlama sistemi düşüncelerin ve duyguların, tanım ve gözlemlerin yakalanıp saklanmasına olanak sağladı. Baskı teknolojisi yazılı kayıtları yalıtılmış kütüphanelerden özgürleştirdi, onları binlerce, daha sonra da milyonlarca insana ulaştırdı. Onlar, kültürümüzü bir arada tutan tutkaldır. Bilimsel devrim 19. yüzyıla damgasını vururken, teknoloji sayesinde görüntüleri ve sesleri yakalamayı öğrendik. Fotoğraf, daha sonra da kayıtlar ve sinema, gerçekliği sözcüklerin müdahalesi olmadan yeniden üretti. En azından öyle yaptıklarını düşündük. Onların temsillerini gerçekmiş gibi kabul ettik. Aslında onlar yalnızca farklı bir kodlar dizisiydi. Sözcüklerden çok daha gerçeğe benzedikleri hâlde sinemanın sesleri ve görüntüleri hâlâ gerçeklikten süzülen, bazen onu çarpıtan, her zaman onun bir tasavvuru olan kod sistemleridir. Bu nedenle bir filmin nasıl okunacağını öğrenmek zordur. Sinema ve ürünleri bizim için 20. yüzyılı tanımlamıştır. Ancak günümüzde kendimizi medya tarihinde yeni bir evrenin kıyısında buluyoruz. Gerçekliği temsil etmesi için ürettiğimiz diller birbirine karışıyor. Film artık baskıdan ayrı değildir. Kitaplar filmleri kapsayabilir, filmler de kitapları. Bu bireşime “multimedya” ya da “yeni medya” diyoruz. Bu teknoloji gerçekleşmesi mümkün olmayan bir vaatte bulunuyor. Dünyanın kitle iletişim araçlarının çok yönlü aygıtlarınca yakalanmış ya da yeniden üretilmiş bilgisine ve sanatına hemen evrensel erişim. Ancak bu aynı zamanda yanında hem teknik hem de etik açıdan karmaşık meydan okumaları da getiriyor. Enformasyon çağı tamamen gerçektir. 1980’lerin mikro bilgisayar devrimi bilgiye erişimimizi ve denetimimizi yüz kat arttırmıştır. Bu devrim gelecek kuşak üzerinde olgunlaşırken, bilginin gücü dört, beş kat daha artacaktır. Yaşam sürelerimiz içinde, dünyadaki bilginin büyük bölümü dünyadaki insanların çoğu için aynı anda ve düşük maliyetle erişilebilir olacaktır. Ne geri dönüş söz konusu ne de bu konuda bir şüphe var. Artık basılı her şeyi dizinleyebileceğimizi ve yıllar değil saniyeler içinde bu baskı evrenine ulaşacak şebekeler kurabileceğimizi biliyoruz.” (Monaco, 2000; 489-490).

Geoffrey Nowell Smith sinemanın diğer medya ile ilişkisini ‘Dünya Sinema Tarihi’ isimli kitabında şöyle açıklıyor: “Aslında saf anlamda sinema, karmaşık multimedya dünyasında bile hareketli imge deneyimi merkezi olarak yerini koruyor. Ne video ne de tv, uzun metrajlı filmler için kendi kendine yeterli bir pazardır. Bazı filmler ‘tv için’ ya da ‘doğrudan video için’ yapılmasına, selüloide başvurmadan elektronik olarak üretilebilmesine ve sinemayı amaçlayan bazı filmler küçük ekranın ötesine geçmemesine rağmen 35 mm’yle salon için piyasaya sürüm, birçok önemli film için hâlâ zorunludur. Filmler salon sürümleriyle ün kazanır ve olması gerektiği gibi sinemada görülür (ve işitilir). Modern teknoloji sinema deneyimini görsel ve işitsel olarak öncekinden daha güçlü hâle getirdi ve sinemayı çok sık ziyaret etmeseler de izleyicinin değer verdiği bu deneyimdir. Yeni ortakyaşarlıkta, çok reklamı yapılan Yüksek Tanımlı Televizyon’un (HDTV) gelişi, televizyonun sinema dünyasına daha ileri düzeyde bir tecavüzünden çok, sinema değerlerinin ev eğlencesi dünyasına genişlemesi olarak görülmelidir. Teknolojik gelişmenin bir sonraki evresi olan bilgisayar bağlantılarıyla aktarım için film görüntülerinin dijitalleşmesi, medyalararası geçitleri arttıracak, ama hareketli görüntüleri değerlendirmenin ortak noktası ve standardı olarak sinemanın rolüne meydan okumayacaktır. Yeni medya ortakyaşarlığında sinema, her şeyden önce, yeni ve görkemli olan için bir vitrindir (bu, Hollywood’un bütün dünyada büyük perdeye egemenliğini kısmen açıklar). Dünya sinemasının kültürel, coğrafi ve tarihsel çeşitliliği giderek daha fazla büyük perdeden çok, küçük ekrana yansır. En azından Avrupa ve Birleşik Devletler’de, salon veya salondışı dağıtım için uygun eski filmlerin sayısı azalmıştır ve ne yeni ne anaakım ne de görkemli olan filmlerin beyazperde sunumlarının izleyicisi azalmıştır. Fakat bu değerler küçük ekran sunumda daha az hesaba katılır ve izleyici, tv (genellikle en çok izlenen zamanda olmasa da) veya video aracılığıyla dünya sinemasının birikmiş ıkültürünün olağanüstü derinliğiyle ilişki kurabilir. Eldekilerle tuhaf boşluklar olmasına rağmen (çoğunlukla yeniden sürümü engelleyen esrarengiz telif anlaşmazlıkları nedeniyle), sinema bilgisine ulaşma imkânı hiçbir zaman bu kadar büyük ve yaygın olmadı.” (Nowell-Smith, 1996; 865).

Bunlara bakıldığında başka bir sinema türünden bahsedildiğini düşünmek ya da sinemayı sert bir çerçeve içerisine sığdırılmış kurallar bütünü olarak görmek mümkün ancak sinema ve internetin birbiriyle etkileşiminin bu tür bir sinema oluşturması yanlış bir yargı değildir. İnternet sinemasının oluşumuyla yönetmelerin ve deneysel filmlerin arttığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Teknolojik avantajın istekleri yerine getirmedeki kolaylığını kullanmak denilebilir buna. Ancak kalite ve yeterlilik olarak bakıldığında, yapılanı başka bir sinema filmiyle karşılaştırmak büyük farklılıklara neden olacaktır. O yüzdendir ki günümüzde ucuz teknolojik avantajların çok da tercih edilmediğini Yüzüklerin Efendisi, Matrix gibi fantastik filmlerin gişe hasılatlarıyla ya da aldıkları ödüllerle görmek mümkün. Bu, sadece sinema yapmanın başka bir yoludur. İyi ya da kötü olgusuna her zaman olduğu gibi izleyici karar vermektedir.

Diğer bir deyişle, hikayeyi anlatım yolundaki farklı malzeme seçimleri. Seçilen bu malzemelerin görsele döküldüğünde ve sunumundaki izleyici tarafından gelen yorum. İnternet sinemasının kısa olması gerektiği olgusu, kısa filmle benzetilebilir, çünkü çoğu kurallar kısa filmler için de geçerli olan kurallardır, özellikle de hikâyenin anlatım süreci. Kısa sürede bir hikâye anlatmak ancak ikisinin de kullandığı teknikler göz önüne alındığında böyle bir yargı farklılık gösterecektir. Her kısa film internette yayımlanmayabilir ya da her internet filmi kısa film olmayabilir.

Tüm bu gelişmelerin selüloit filmden dijital filme geçişle geliştiği bir gerçektir. Dijitale geçişle ağır ve hantal olan kameradan kurtulmak mümkün olmuş, bunun yanı sıra harcanan film bütçesi hafıza kartları ile düşüşe geçmiştir. Bütün bunların etkisiyle sinemaya bakış ve teknikler de değişmiştir. “Titanik” filmi, yapıldığı dönemde kullanılan dijital efektlerle izleyici etkilerken, “Blair Cadısı” ile dijitalin gücü bütün dünyada fark edilmiştir. Ronald Bergan, “The Film Book” kitabında “Blair Cadısı”nın buna iyi bir örnek olduğunu söyler. Bir efsaneyi araştıran bir grup üniversiteli genç video kameralarıyla kendilerini çekerler ve ormanda kaybolurlar. Basit senaryosu olan bu belgesel nitelikli film, internet kampanyasıyla ses getirmiştir. Filmin maliyeti 35.000 Amerikan doları olmasına rağmen, hasılatı dünya çapında 248.000 Amerikan dolarıdır. Sonraları başarısını kaybetmiştir. Bergan filmin başarısındaki gücün internetin gücü olduğunu söyler ancak diğer taraftan dijitalin sinemadaki gücünü de bu şekilde örneklemektedir (Ronald, 2011;55).

Sinemanın dijital teknoloji ile olan ortaklığına yapılan örnekler her gün artarak devam etmektedir. Ancak en başa yani sinemanın kendisine dönüp baktığımızda çok da eskilerde olmayan iki olgunun bu kadar iç içe geçerek kültürlere yerleşmesi ise tartışılacak başka bir konu gibi düşünülse de bu noktada Peter Wollen’ın sözleri dikkat çekicidir: “Her şeyden önce sinema tamamıyla yeni bir sanat, yaşı henüz bir yüzyılı bile bulmadı. Bu da estetiğe daha önce eşi görülmemiş bir görev yüklüyor; pek az şey yeni bir sanatın ortaya çıkışı kadar önemli, ciddi bir olaydır: ortada eşi görülmemiş bir görev ve inanılmaz fırsatlar var. İkinci olarak sinema yalnızca yeni bir sanat değil, aynı zamanda farklı ifade kodları ve kipleri kullanarak farklı kanallarda, farklı duyum bölgelerine yayın yapan öteki sanatları birleştiren ve içeren bir sanattır” (Wollen, 2008; 8-9.)

SONUÇ

Lumière kardeşler 1895 yılında sinemanın doğuşuna imza attıktan sonra küçük karanlık salonların tek bir görsel ile bütün kitleleri peşinden sürüklemesi çok da uzun sürmedi. Sonrasında büyük salonlar, özel gösterimler ve teknolojik birçok yeniliği kendisiyle birlikte geliştiren ve yedinci sanat olan sinemanın bütün dünya tarafından hem eğlence hem de ciddi bir ekonomik alan haline gelmiş olmanın yanı sıra günümüz bilgisayar çağını 3D, 4D, 5D olarak birçok açıdan zorlayan ve bunu ustalıkla kullanan nadir sanat dallarından biri olduğu söylenebilir. Gelişimini teknoloji ve tarih ile iç içe sürdüren ve en etkili kitle iletişim araçlarından biri olan sinemanın büyüsünü yenilikçi gücünden aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Geçmişten bugüne beyazperde ile kahramanlar sunan ve insanların kendilerinden parçalar buldukları kısa serüvenleriyle hikâyelerine misafir eden sinemanın herkesi etkisi altına alıp gündemi, geçmiş, ve geleceği bütün görsel efektleriyle sanatsal bir şölene dönüştürerek çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek herkesi peşinden salonlara sürüklemesinin en büyük nedenlerinden birinin teknoloji ile kendini geliştirerek sürekli yeni kalması olduğunu söylenebilir.

Sinema başladığı süre itibariyle kendi dönemi içinde bütün toplumsal, bireysel ve ekonomik çevrelerden kolayca etkilenen ve bunu kendi içinde kompozisyonlayıp sunan bir sanat olmasından dolayı, kendi döneminin öncesi ve sonrasında ortaya çıkan diğer akımlardan kolayca etkilendiği söylenebilir. Başka bir deyişle, yeniden yaratıcılığın yüzyılımızdaki en görkemli sanatı sinema, özgün ürünleriyle kalıcılığını perçinlerken, geleceğin de sanatı olduğunu vurgular. Sinemanın bu baş döndürücü sanatsal tırmanışı, usta yönetmenlerin diğer sanat dallarıyla olan ilişkilerinde yatar. Fütürizm, kübizm, Dadaizm, empresyonizm, ekspresyonizm gibi sanat akımlarına bakıldığında dönemlerine ait izler görmek mümkündür. Sürekli var olduğu dünya ile birlikte gelişen sinemanın internet aracılığı ile herhangi bir filmi dünyanın bir ucundan bir ucuna ulaştırabilmesi ve kendi hakkında sosyal medyada sürekli olarak gündemde kalabilmesi teknoloji ile olan yakın bağı sayesinde gerçekleşmektedir.







KAYNAKÇA
Bergen Ronald, The Film Book A complete Guide To The World Of Cinema:Digital FilmMaking. London: PenguinGroup Dorling Kindersley Limited, 2011
Berger John. Görme Biçimleri. Çev.:Yurdanur, Salman. (Ed.) Müge Gürsoy Sökmen, İstanbul: Metis Yayınları, 2012
Duncan, Paul.Stanley Kubrick. Köln: Taschen, 2011
Charles Harrison, Paul Wood. Art in Theory 1900-1990,USA: 1999
hhtp://technotoday.com.tr/sinema-ve-teknoloji(Erişim tarihi: 05.02.2015)
hhtp://technotoday.com.tr/sinema-ve-teknoloji/2(Erişim tarihi: 05.02.2015)
hhtp://technotoday.com.tr/sinema-ve-teknoloji/3(Erişim tarihi: 05.02.2015)
Gerald, Noxon, Cinema and Cubism (1900-1915), The Journal of the Society of Cinematologists, Vol.2 (1962), pp.23-33. Published by University of Texas Press on behalf of the Society for Cinema & Media Studies in http://www.jstor.org/stable/1224812 (Erişim Tarihi: 03.06.2014)
James Monaco, Bir Film Nasıl Okunur?, Çev.:Ertan Yılmaz, İstanbul:Oğlak Yayınları, 4. Baskı, 2000
Kolker, Robert Phillip.Yalnızlık Sineması. Ankara: Öteki Yayınevi, 1999
Nowell-Smith,Geoffrey.Dünya Sinema Tarihi. Çev.:Ahmet Fethi.(Ed.) Nowell-Smith, Geoffrey.İstanbul: Kabalcı Yayınevi,1996
Özön, Nijat Sinema Televizyon Video Bilgisayarlı Sinema Sözlüğü. İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2000
Rogers, Everett M. Diffusion of Innovations. New York: Free Press, 1983
SinemaManifestoları:SinemadanVideoyaGörüntününYazılıTarihi, Haz.:Şenol Erdoğan, (Ed.) Gonca Gülbey. İstanbul: Altıkırkbeş Yayınları, 2011
Reza, Tadayoni, Knud Erik, Skouby,  1999, Terrestrial digital broadcasting: convergence and its regulatory implications, Center for Tele-Information, Technical University of Denmark, Building 371, DK-2800 Lyngby, Denmark, Telecommunications Policy 23;1999
Wollen Peter. Sinemada Göstergeler ve Anlam. Trans. Zafer Aracagök, Bülent Doğan. (Ed.) Semih Sökmen, Bülent Doğan. İstanbul: Metis Yayınları, 2008

www.imdb.com,(Erişim Tarihi, 20.12.2012)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KOMŞUM TOTORO (My Neighbor Totoro),(Tonari no Totoro) ÇÖZÜMLEMESİ

SİNEMA VE TELEVİZYONDA GÖRSEL HAZ VE SİNEMASAL ÇÖZÜMLEMELER

PİXAR KISA FİLM ÇÖZÜMLEMESİ (Beden dili nitelikli Göstergelere Göre) “ ONE MAN BAND” ( TEK KİŞİLİK ORKESTRA)